Enes (r.a.)den rivayet olunduğuna göre Hz. Peygamber şöyle buyurdu:
"Din kardeşin zalim de olsa mazlum da olsa ona yardım et."
Bir adam:
-Ya Resulallah! Kardeşim mazlumsa ona yardım edeyim. Ama zalimse ona nasıl yardım edeyim, söyler misin? dedi. Peygamberimiz:
"Onu zulümden alıkoyar, zulmüne engel olursun. Şüphesiz ki bu ona yardım etmektir" buyurdu. (Buhari, Mezalim 4)
İslam yeryüzünün tamamında rahmet ve adaleti ayakta tutma, zulmün karanlığını hakikat ışığıyla aydınlatma misyonunu yükler Müslümanın omuzlarına. İnsanlığın kaderi adeta Müslümanın elleri arasında şekillenir. Müslüman olmak, kendi hayatı ve toplum hayatı hakkında sorumluluk taşımaktır. Bu misyondan kaçma, görevi çeşitli gerekçelerle erteleme lüksü yoktur Müslümanın. Cehalet ve düşüncesizliğin, güvenli bir sığınak değil, felaketin ilk habercileri olduğu bilinecektir. İslam'da bilgisizliğe adeta savaş açılması da bu yüzdendir belki de. Bilmek, düşünmek ise sancılıdır; insanı rahat uyutmaz. Yeryüzünde rahmet ve adaletin ibkası için atılacak ilk adım da zulmün ne olduğunu, hangi maskelerle insanlığın önüne çıkabildiğini fark edip bütün peygamberlerin benimsedikleri onurlu duruşa sahip çıkabilmek, görünürdeki değerlendirmelere aldanmadan, zulmün payidar olamayacağını bilerek dinin ve vicdanın sesine kulak verebilmek olmalıdır. Bu duyarlılığın sonucunda ancak nerede haksızlık varsa, karşısına dikilen bir Ömer bulacaktır.
Mazluma -haksızlığa uğrayana- yardım etmek, onun yanında yer almak, vicdanı nasır bağlamamış her insanın benimseyeceği bir tavır. Bundan öte yapılabilecek bir şey yoktur diye düşünürken Hz. Peygamber(s.a.), ashabının önderliğinde ümmetine "nasıl düşünmeleri gerektiği"ni öğreterek olayları bazen tersten okumamız gerektiğini işaretle buyuruyor: "Zalime de yardım et". Bu hadiste belki üzerinde daha fazla durulması gereken husus bu ifadede gizli. Zalime nasıl yardım edilir, sorusunun cevabı bir Müslümanın sahip olması gereken donanımlar hakkında da fikir verecektir bizlere.
Zulmü, bir şeyi yerli yerine koymamak olarak tanımlar dilbilimciler. Allah'ın hakkını teslim etmemekten tutun insanın kendi yeteneklerini değerlendirmemek suretiyle kendisine haksızlık etmesine varıncaya kadar uzanan geniş bir yelpazeyi içine alır bu kavram. Şirkin en büyük zulüm olarak anılması da bu yüzdendir. Böylelikle, şirkten nasıl uzak durulmaya çalışılıyorsa zulmetmekten ve zulme uğramaktan da öyle sakınmak gerekir. Haksızlığa uğrayan, hakkını koruyup adaleti aramadıkça haksızlıkların çoğalıp yayılmasına zımnen destek vermiş olmaktadır çünkü. Hz. Ali bunu zalimin zulmüne rıza gösteren mazlumun da aslında zalim sayılacağı şeklinde formüle etmiştir.
İnsan kendi nefsini "günah"la karartmadıkça, zulmün /karanlığın, kat kat perdeler halinde zihin ve gönül dünyasının önünü kapatması da mümkün olmaz. Kur'ân-ı Kerîm, zulüm çeşitlerine dikkatlerimizi çekerken, şirk ve insanların birbirlerine karşı zulümlerinden başka bir de insanın ilahî kitapta belirtilen hususlara karşı lakayt davranması, gereğince amel etmemesi suretiyle kendisine zulmetmesinden bahseder. (Lokman/13; Şura/42; Fatır/32) Demek ki, günah işlemek suretiyle Allah'ın rızasından uzaklaşmak, sebep olacağı maddi-manevi yıkım nedeniyle insanın kendisine haksızlık etmesi anlamına geliyor. Birinin günah işlemesine engel olacak her çaba, yanlışın, haksızlığın, davranışların sonuçlarının ne/ler olduğunun öğretileceği, gösterileceği her faaliyet ona yardım etmek anlamına geliyor.
Haksızlıklar karşısındaki duruşumuzu aslında biraz da kendimiz hata yaptığımızdaki tavrımız belirlemekte. Kendimiz zulmetmemeye çalıştıkça, kendi yanlışlarımızdan dönebildikçe başımız dik olarak haksızlıklara karşı koyabiliriz.
Burada önemle belirtilmesi gereken bir husus da şu: Bireysel durumumuzla alakalı konularda, zararı sadece bizi ilgilendiren konularda Kur'ân'ın affetmeyi, cahillerin sataşmalarına vakarlı bir duruş sergileyerek karşılık vermeyi tavsiye ettiğini unutmamak gerek. (Furkan, 63/ Fussilet/34)
Haksızlık kim tarafından kime karşı yapılmış olursa olsun dinin yasakladığı bir kavram. İster ebeveyn-evlat ilişkisinde, ister amir-memur, ister yöneten-yönetilen, hiç fark etmez, haksızlığa ses çıkarmamak da, karşı tarafın sınırlarını belirlemesinde sorun oluşturacaktır. "Ses çıkarma"nın sayısız yöntemleri arasından Müslümana yakışan, "İncitmeyen Peygamber"in ümmeti olduğunun şuuruyla, en doğru sonuca en sağlıklı yöntemle nasıl ulaşılacağı sorusunun cevabına uygun hareket etmek olacaktır kuşkusuz. "Bir insanın hayatını kurtarmanın bütün insanlığı kurtarmakla eşdeğer" tutulduğu dinin bilinçli müntesipleri, duygu-akıl dengesini iyi kuracak, Hudeybiye örneğinde olduğu gibi kısa zamanın kârını uzun vadede elde edilebilecek kalıcı menfaat için feda edebilecektir.
Duyarsız, bencil ve sorumsuz bir tutum, daima kendi arzu ve çıkarını önceleyen bir anlayışla sürdürülen hayat biçiminin insanın gönül ve zihin dünyasında, aşılmaz duvarlar ördüğünü söylemiştik. Bu duvarları kalınlığı ve yüksekliği oranında sadece kendi seçtiğimiz, standartlarını kendimizin belirlediği ilişkiler bizim için anlamlı ve taşınmaya değer görülüyor. Bizi ne başkalarının uğradığı haksızlıklar ilgilendiriyor ne de birilerinin başkalarına veya kendilerine yaptıkları haksızlıklar. Sadece kendimizle, sevdiklerimizle ve seçtiklerimizle ilgili kaygılar taşıyoruz. Ufkumuz daralıyor, ufkumuzdaki bu darlık ruhumuza da yansıyor, ruhumuz daralıyor. Yalpalıyoruz.
"Komşusu açken kendisi tok yatan bizden değildir" hadisinde toplumdaki maddi ihtiyaç sahiplerine karşı duyarlılık beklenirken bu hadiste sorumluluğun bir başka alana, bilgisizlik, adaletsizlik gibi toplumu içten çökerten manevi mahrumiyetlere yönlendirilmesi isteniyor. Böylece İslamın, hayatı her cepheden kuşattığına bir kez daha şahit oluyoruz.
Dinde, ahlakta, eğitimde, ekonomi, siyasette, felsefede... düşünen, araştıran, bilgi ve erdem peşinde koşan, öğrendikleri kendisinde, M.Akif'in dediği gibi "Hakkı tutup kaldırma" cesareti oluşturan nesiller yetiştirmek de yine bu ümmetin Cahiliyye taassubundan kurtulduğunun nişanesi olacaktır.