Mevlid türü neden ve nasıl oluşmuştur? Süleyman Çelebi’den ve Mevlid’den bahsettiğimiz zaman nasıl bir ortam ve nasıl bir şahsiyet hayal ediyorsunuz?
Arap edebiyatında ”tabakât” denilen biyografi geleneğinin geçmişi çok eskiye dayanır. İslâmiyet’ten sonra bu gelenek gelişerek devam etmiştir. Hatta öyle ki Peygamber Efendimiz’in hayatını anlatan eserlerin genel adı olan “siyer”, zamanla başlı başına bir bilim dalı hâline gelmiştir. Mevcut bilgilerimize göre Arap edebiyatında “mevlid” adıyla yazılan ilk eser Vâkıdî’nin (ö. 207/823) “Mevlidu’l-Vâkıdî ma’a’ş-Şerh ‘ale’t-temâm” adlı eseridir. Özellikle Erbil atabegi Muzafferuddîn Kökbörü tarafından düzenlenen ihtişamlı mevlid kutlamalarıyla birlikte Arap edebiyatında hicrî 6. asırdan itibaren bu türe olan ilgi de arttırmıştır.
Bizim edebiyatımızda ise bilindiği gibi ilk mevlid müellifi Süleyman Çelebi değil, muasırı ve hemşehrisi olan devrin ünlü şairi Ahmedî’dir. Ama bizde mevlid edebiyatının oluşmasında en büyük âmil, hiç şüphe yok ki Süleyman Çelebi’nin ölümsüz eseridir.
“Nazîre Yazılamaz!”
Süleyman Çelebi’nin hayatının türlü safhaları hakkında bilgilerimiz mevcut. Ancak şahsiyet olarak ben onu “bugünkü saf, samimi Müslüman Türk tipolojisinin XIV ve XV. yüzyıllardaki en coşkun bir numunesi” diye tarif etmek isterim. Öyle bir coşku ki o gönülden taşan sözler zaman mekân kavramlarını aşarak Orta Asya içlerinden Balkanlara, Müslüman Afrika’dan Kırım’a kadar uzanıyor. Ve öyle bir lirizm ve samimi inanç ki kendi çağında başlayan şöhreti azalmak bir tarafa, her asırda artarak günümüze kadar geliyor, “Mevlidhân”larını oluşturuyor. Bu inanılmaz bir vecd, tasavvuru mümkün olmayan duygu hâlidir.
Bu noktada kültür tarihimizin üç değerli isminin Mevlid’le ilgili görüşlerini sizlerle paylaşmak isterim. Millet Kütüphanesi’nin kurucusu büyük insan Ali Emîrî Efendi, Mevlid’le Kasîde-i Bürde’yi aynı sözlerle değerlendirirken diyor ki: “Bu âlî eserler müncezeb ve müstağrak oldukları aşk-ı cân-sûz-ı Muhammedî’nin kendilerine bir mükâfât-ı mahsûsudur. Nazîre yazılamaz.”
Çağının önünde bir eser olan Tezkire’sinde Lâtîfî’nin belirttiğine göre daha o çağda (XVI. yüzyıl) 100 kadar mevlid yazılmış. Bunlar, sadece Latîfî’nin gördükleri. Ancak yine Lâtîfî, gördüğü mevlidlerin hiçbirinde Süleyman Çelebi’nin eserindeki tadı bulamadığını söylüyor.
Ali Emîrî Efendi gibi bir kitap meftunu, büyük bibliyograf İbü’l-Emîn Mahmud Kemâl, Son Asır Türk Şairleri’nde Diyarbakırlı Re’fet’i tanıtırken sıra şairin mevlidine gelince, ortada Süleyman Çelebi’nin eseri gibi bir şaheser varken hâlâ bu vadide eser vermeye çalışmanın beyhude gayretten başka bir şey olamayacağını kaydediyor. İşte Süleyman Çelebi ve eseri, dünden bugüne böyle bir profille çıkıyor karşımıza.
Eserinizde ilk defa neşredilen veya sizin keşfettiğiniz mevlidlerden bahsedebilir misiniz?
Gerek baskı, gerek el yazması hâlinde 40 civarında mevlid metninin varlığının ilk defa Mevlid-nâme’de bildirildiğini söyleyebiliriz. Ancak bunlar arasında bazılarının elde metni yoktur. Tezkirelerde veya sair kaynaklarda varlığından söz edilen mevlidler de bunlar arasındadır. Tespit ettiğimiz ve yayımladığımız mevlidlerden bazıları özel kütüphanelerde tek nüsha hâlindedir.
Mevlid-nâme’de 12 mevlid tam metin hâlinde neşredilmiştir. Bunlardan ikisi literatürde zikredilen mevlidler iken diğer 10’u, varlığından ilk defa çalışmamızda bahsedilen 42 mevlid arasında yer alan eserlerdir. Bunlar arasında 2 bin beyitlik olanı da vardır, 200 beyit civarında olanı da.
İlk Müşterek Mevlid
Keşfettiğiniz mevlidlerden en çok hangisi sizi heyecanlandırdı, şaşırttı?
İki eser beni şaşırttı. Biri, bir müşterek mevlid. Edebiyatımızda müşterek şiir söyleme, özellikle XVIII. yüzyıldan sonra yaygınlaşmış, XIX. asırda ise zirveye ulaşmış bir gelenektir. Müşterek şiir söyleme âdetinin kaside, kıt’a gibi farklı nazım şekillerinde de örnekleri varsa da daha ziyade gazelde yoğunlaştığını görüyoruz. Bir mevlidin müşterek yazıldığını ise ilk defa bu eserde görüyoruz. Bu tabii oldukça ilginç. Yani bir eser, iki kişi tarafından kaleme alınıyor. Eser, Hataylı iki hemşehri olan Paçacızâde Rüşdî ve Belenli Mes’ûd tarafından ortaklaşa yazılmıştır. Hangi beyitlerin hangi şair tarafından yazıldığını bilemediğimiz bu mevlide ad olarak da Müşterek Mevlûd başlığını koymuşlar.
Hanım Şairin Kaleminden
Bir diğer dikkatimizi çeken eser, deminkiler gibi son dönemde (XIX. yüzyıl) yaşayan Balıkesirli hanım şairlerimizden (şaire) Keşkekîzâde’nin mevlididir. İlginç oluşu, şairin cinsiyle ilgilidir. Şairemizin Hâdiyyü’l-cinân adını verdiği eseri, Arap harfleriyle basılmıştır. Burada dikkat çekici bir noktayı sizlere arz etmek isterim. Şaire, eserine yazığı mukaddimede eserinde birtakım kusur ve noksanların olabileceğini söylemekte ama bunları tespit edenlerin de “evinde oturan bir hanımın kıt imkânlar dahilinde” yazdığı bu esere çeşm-i insafla bakmalarını rica etmektedir. Esere baktığımızda erkek şairlerle, özellikle muasırlarının mevlidleriyle mukayese edildiğinde hiç de onlardan geri kalmayan bir eser olduğunu söyleyebiliriz.
Edebiyat Çeşitliliğimizi Gözardı Ediyoruz
Diğer Müslüman milletlerin edebiyat gelenekleriyle karşılaştırdığımız vakit, Türk edebiyatında Hz. Peygamber’in konu ediliş biçiminde bir özgünlük var mıdır? Varsa Mevlid türünün bundaki yeri nedir? Bu cümleden olarak Vesiletü’n-Necat’ın diğer dillere yapılan çevirileri hakkında bilgi verir misiniz?
Şunu söylemek yanlış olmaz: İlk çıkış noktası olarak Arap edebiyatı görülmekle birlikte Osmanlı hakimiyetindeki bütün Müslüman coğrafyada en etkili eser Vesîletü’n-necât olmuştur. Önlerinde böyle güzel bir numune varken, ayrı bir eser yazmak yerine Süleyman Çelebi’nin eserini kendi dillerine çevirmeyi yeğlemişlerdir. Her millet ve her toplum, merkezde kendini görür. Bu, insan için de böyledir. Dünyayı, yaşadığımız yer gibi düşünürüz. O yüzdendir ki Müslüman toplumlar veya İslâmî edebiyat denince aklımıza hep Türk, Arap ve Fars edebiyatı gelir. Evet, bu üç edebiyat da çok zengindir ama ortadaki müşterek yüksek medeniyetin edebiyat ayağını oluşturan sadece bu üç kavim değil. Meselâ hep ihmal ettiğimiz bir Urdu Edebiyatı vardır. Biraz coğrafya olarak bize daha uzak olmaları ama herhâlde daha çok da Urduca’yla olan münasebetimizin zayıflığı, bize onları büsbütün unutturmuştur.
Diller Farklı Alfabe Aynı
Bundan başka, Alhamidayo edebiyatı diye aslında bize çok yakın ama çok fazla da bilmediğimiz bir edebiyat daha var. Alhamidayo, yüzyıllarca müşterek kültürü yaşadığımız Balkanlardaki Boşnaklar ve Arnavutlar gibi Müslüman toplumların Arap harfleriyle oluşturdukları edebiyatın adıdır. Bu insanlar tıpkı Osmanlıca gibi kendi dillerini Arap harfleriyle kullanmışlar ve süreç içerisinde zengin bir edebiyat da oluşturmuşlardır. Bu cümleden olarak özellikle Boşnaklar ve Arnavutlar arasında Süleyman Çelebi ve eserinin çok sevildiğini ve tutulduğunu söyleyebilirim. Süleyman Çelebi’yi kendi dillerine çevirmişler ve aynı bizdeki gibi muhtelif törenlerde okumuşlardır ve bu gelenek, günümüzde dahi sürmektedir. Prof. Dr. Fehim Nametak, Mevlid’in dört ayrı Boşnakça çevirisi olduğundan söz ediyor. Fakat asıl ilginç olanı, yine Nametak’ın bildirdiğine göre hiç Türkçe bilmeyen bazı kimselerin bile Türkçe Mevlid’i ezbere okumaları, yani Mevlidhânlık yapmalardır. Ayrıca Sevâhilî Dili denilen ve Doğu Afrika’nın büyük kısmında konuşulan dile yapılan tercüme de çok ilginçtir. Şerif Mansabî adlı bir müellife ait olan bu eser de Arap harfleriyle yazılmıştır. Bir başka dikkat çeken çeviri, Rumca Mevlid’dir. Bu eser de diğer dillerde olduğu gibi Arap harfleriyle imlâ edilmiştir.
Süleyman Çelebi’nin ölümsüz eseri kimi bilimsel araştırma, kimisi hayranlık saikiyle olmak üzere Batı dillerine de pek çok kere çevrilmiştir. Ancak doğum, ölüm, düğün, sünnet vb. günlerde okunmak üzere, muhtelif dillere yapılan çevirileri, dünyanın Müslümanlarla meskûn geniş coğrafyasının tamamında okunmuş ve okuna gelmektedir. Herhâlde böyle bir şeref, insan elinden, hususen de bir şairin elinden çıkmış başka bir esere nasip olmamıştır.
“Peygamber’e muhabbet sürdükçe Vesiletü’n-necât yaşayacaktır”
Mevlid türünün, yeni bir hal ve dil ile çağımızda tekrar dirilmesi mümkün olabilir mi, ya da sizin Mevlid türünün işlevini aldığını düşündüğünüz bir olgu var mı çağımızda? Peygamber Efendimiz (sav)’in doğumunu kutlayan, buna adanmış ciltler dolusu eserler verilmiş tarihimizde. Ancak günümüz insanına hitap eden “Kutlu Doğum” programları bile yapmakta zorlanıyoruz. Bazı alternatif fikirler üretilse de Mevlid gibi olamıyor ve mevlidlere de gençler pek rağbet etmiyor. Sizce mevlidlerin işlevini ne aldı eğer yerleri dolduysa?
Doğrusu, bu sorunuzun cevabı benim uzmanlık alanımı aşar ve “Acaba bu arada haddimizi de aşar mıyız?” diye endişe ederim. Kuşkusuz, siz mevlidlerle iştigal etmiş biri olarak tamamen şahsî bir yorum bekliyorsunuz benden. Ben mevlidlere gençlerin pek rağbet etmediği görüşüne katılamayacağımı ifade edeyim. Benim gördüğüm kadarıyla mevlid okutma geleneği Türk halkının, hiç eksilmeden ve azalmadan varlığını sürdürebilen çok az sayıdaki geleneğinden biri. Halk, o bahsettiğiniz ciltler dolusu eserlerden ziyade Süleyman Çelebi’nin lirik mısralarında bulmuş kendisini. Her vesilede mevlid okumuş, okutmuş. Peygamber (sav)’in mucizelerini oradan dinlemiş, Hz. Âmine’yi belki ilk orada duymuş, belli bir yere gelindiğinde neden ayağa kalkıldığını sormuş büyüklerine. Cevap veremeyen büyük varsa utanmış küçücük çocuktan, sormuş, soruşturmuş öğrenmiş. Dünyaya geldiğinin şiirle ifadesi karşısında bile ayağa kalkılan Peygamber’e nasıl saygı duyulması gerektiğini öğrenmiş. Meleklerin tavaf ettiği evde vücut bulan nura karşı duyulan en samimi muhabbeti yaşamış o nağmeli mısralarda. Ha, bununla şunu söylemiyorum: Bu mevlid bundan 500 yıl önce de benzer durumlar için ve benzer şekilde okunuyordu, bundan sonra da hep böyle kalacak. Belki olmayacak, belki farklılaşacak, dönüşüme uğrayacak bu gelenek. Ama öyle sanıyorum ki bu milletin Resulullâh (sav)’a olan muhabbeti sürdükçe Vesiletü’n-necât da bir şekilde yaşayacaktır.