İmân; tevhid gibi tam mücerred bir gerçekten, âhiret hayatı gibi tecrübe edilemez bir âleme kadar uzanan, gönle ait bir kabul yönelişidir. Yani tamamen manevidir. Böyle olunca, pek tabiî olarak imâna maddî nitelikli sınırları kabul ettirmek mümkün değildir.
İslâm imânı, Müslümanların İslâm'a açılmış gönül yurtlarının biricik ve en güçlü ortak bağı ve meziyetidir. Bu sebeple de ona ne renk, ne ırk ne de toprak sınır olamaz. Nitekim gerek Kur'ân-ı Kerîm, gerekse hadisler müminleri “imân”ı esas alarak tanımlamış, başkaca herhangi bir sınırlayıcı vasıf zikretmemiştir. “Müminler...”, “Mümin odur ki...” gibi hep yalın halde, yani ne renge, ne ırka ve ne de memleket ve yöreye delâlet edecek herhangi bir sıfat kullanılmamıştır.
O halde İslâm toplumunun sınırı, kendisine vücud veren İslâm imânı ile çizilir. Aynı imânı paylaşanlar, ırklarına, renklerine, yurtlarına ve dillerine bakılmaksızın İslâm toplumunun üyeleri sayılır. Bu yüzden Müslümanların birbirlerine karşı bağlılık duymaları, en tabiî hakları ve aynı zamanda vazifeleridir. Peygamber Efendimiz’in şu hadisi bu hususu kesin şekilde belirtmektedir:
“İmân etmedikçe cennete giremezsiniz. Birbirinizi sevmedikçe de (tam) imân etmiş olmazsınız.”
İmân, nasıl cennete girebilmenin yegâne yolu ise; müminleri sevmek de tam ve kâmil bir imâna sahip olabilmenin biricik şartıdır. Ortak sevginin, tasada da beraberliği gerektireceği pek açıktır. Bu konu bir başka hadiste şöyle ifâde buyrulmuştur:
“Müminler birbirlerini sevmekte, birbirlerine acımakta ve yekdiğerini korumakta bir tek vücud gibidir. Vücudun herhangi bir uzvu rahatsız olursa, öteki organlar da onun ıstırabına ortak olur ve rahatsızlık duyar.”[2]
“Tasada ve kıvançta ortaklık” da diyebileceğimiz bu imânî duyarlılığın davranışlara yansıma şekli ise, Efendimiz tarafından şöyle açıklanmıştır:
“Mü'min mü'minin (din) kardeşidir. Ona zulmetmez, onu düşman eline vermez (korur).”[3]
“Müslüman, Müslümanın kardeşidir; ona zulmetmez, onu yardımsız bırakmaz, ona hor bakmaz.”[4]
Bu ve Müslümanların karşılıklı ilişkilerini belirleyen burada zikretmediğimiz diğer hadîs-i şerîfler, özde şu gerçeği dile getirmektedir: “İmanın sınırı, ancak kendisiyle çizilir. İman, imândan başka sınır kabul etmez.”
Tasada ve kıvançta ortak olmayı, günümüzün müşterek değerlere sahip diğer toplumları da aramaktadır. Peygamber Efendimiz bu duygu ortaklığını temin edecek yol olarak selâmlaşmayı tavsiye etmektedir:
“İşlediğiniz takdirde birbirinizi seveceğiniz bir iş söyleyeyim mi? Aranızda selâmı yayınız.”[5]
Bunun anlamı, “selâmlaşamaz hale gelmeyin, köprüleri tamamen atmayın, kopmayın, aranıza aşılmaz maddî ya da doktriner engeller, sınırlar, duvarlar, şartlanmalar koymayın” demektir. Zira selâm, birleşip kaynaşmanın ve sevişmenin en başta gelen işareti ve Müslüman toplumun belirleyici özelliğidir.
İman ya da duygu ve gönül beraberliği, yeri ve zamanı gelince kişileri, kader birliği ettiği insanlar adına fedakârlıklara tabiî olarak sevk edecektir. Öyle sanıyorum ki günümüzde bu fedakârlık, selâmlaşmaya mani olan anlamsız kırgınlıkları terk etmekle başlayacaktır.
İktisâdi zorunlulukların, farklı imân grupları arasındaki aşılmaz gibi gözüken sınırları bile aştığı çağımızda; aynı imânı paylaşanlar arasındaki sun’î sınırları imân aşamazsa, gönül yurtları gerçekten ağır bir işgal altında demektir. Bu da ancak Şeytan ve düşmanlarını sevindirir. Efendimiz’in Vedâ Hutbesi’ndeki şu ikazı bu açıdan ne kadar anlamlıdır:
“Ey Müslümanlar, gerçekten şeytan, sizin şu topraklarınızda kendisine tapılmaktan ümidini kesmiş bulunuyor. Fakat o, bunun dışındaki iş ve hareketlerinizden ehemmiyetsiz saydıklarınızda kendisine tabi olunmaktan kendi adına hoşnut olacaktır. Dininiz konusunda ondan sakının, uyanık olun.”[6]
İslâm toplumu aksiyonunu çağa kabul ettirememiş büyük bir güçtür. Kendi içinde bin parçaya bölünmüş bu büyük güç, sahip olduğu ilâhî emaneti, Kur'an gerçeklerini insanlığa sunabilmesi için öncelikle kafa ve gönlüyle ilgili iç rahatsızlıklarını olumsuz şartlanmalarını gidermek zorundadır. Bu, onun kendisine dönüşü, imâna, imân çerçevesinde sahip çıkışıyla mümkün olacaktır.
İyice bilinmelidir ki imân asla “tarihî ve kültürel bir bağ” değildir. O, açıkça din ve gönül bağıdır, inanç ortaklığının adıdır. Aynı imânı paylaşmanın mutluluğunu dile getirmekten özenle kaçınan demeçler, sun'î sınırların resmî kabul belgeleridir.
İmân bölünme kabul etmez. Onu buna mahkûm edecek olursanız, atomun parçalanması gibi, büyük ve sürekli rahatsızlıklara sebebiyet verir. Herhalde, gerek içte gerek dışta Müslümanların insana sonsuz acı veren parçalanmışlığı, şu veya bu sebeple imânı sun'î sınırlar arasında kalmaya mahkûm etmenin sonucu olsa gerektir.
İçte Müslüman cemaatler arasında görülen anlamsız ve fakat zararlı boşluk ve kopukluklar, dışta İslâm ülkeleri arasında aşılmaz sınırlara dönüşmektedir. Batı ülkeleri arasındaki sınırlarla İslâm ülkeleri arasındaki sınırlara bir bakınız, ne kadar farklıdır. İslâm ülkeleri birbirlerine karşı kendilerini “imân” gerçeğiyle kabil-i telif olmayacak şekilde korumak ihtiyacını duymakta, “devlet” için gerekli olan “vatan”ı, aynı sınırlarıyla “imân” için de geçerli kılmaktadırlar. “Vize” uygulamaları ve “mülk edinme”ye mani olma girişimleri bunun resmî belgesidir.
Avrupa ülkelerinin birbirlerine tanıdıkları serbest dolaşım hakkını, İslâm ülkeleri üst düzey yöneticilerine bile tanıyamamaktadır. Daha da garibi, Müslüman olmayan milletlerin İslâm ülkelerinde gördüğü itibar ve ücret üstünlüğüne maalesef diğer Müslüman ülke yurttaşları sahip olamamaktadır.
Bütün bunlar, imân ülkesindeki dikenli tellerin, görünenlerden çok daha kesif ve aşılmaz olduğunun işaretleridir. Yine bütün bunlar, sınırı ancak kendisiyle çizilebilen imâna zoraki sınırlar tayinine kalkışmanın yürekler acısı perişanlığıdır.
Böyle olunca imâna ait duyarlık da bu zâlim sun'î sınırlar gerisinde giderek kaybolmaktadır. Mağribteki Müslümanın, maşrıktakinin derdiyle ilgilenmesi, onun ayağına batan dikenin acısını kendi ayağında duyması gerekirken, kıtalararası baskınlara uğrayan Müslümanların acısını, kapı bir komşuları bile hissetmemekte, hissedememektedir.
Acıyı paylaşmasını bilmeyenlerin, sevinci birlikte yaşamaları nasıl mümkün olur? Birlikte bayram edemeyen İslâm ülkelerinin hali bu açıdan oldukça düşündürücüdür.
Açık söylemek gerekirse, kaç kişi ya da İslâm ülkesi, Amerika'nın Libya baskınını, Afganistan ve Irak saldırısını kendi kardeşlerine yapılmış bir hakaret olarak değerlendirdi? Kaç İslâm ülkesi, kendini saldırıya uğrayan bu ülkelerin yerine koyabildi? Kaç tanesi şu veya bu şekilde baskıncı devlete arka çıktı, şirin gözükme diplomasisi uyguladı?
Yine kaç Müslüman acaba kendisini Afganistan'daki, Bulgaristan'daki, Türkistan'daki, Kıbrıs'taki Müslümanların yerine gerçekten koyabildi? Kaç kişi Filistinlilerin sürgün acısını, Afrika'daki Müslümanların açlık sızısını iliklerinde hissetti?
Oysa, yılan soktuğu için durumu tehlike arz eden bir sahâbînin hali kendisine anlatılınca Peygamber Efendimiz şu tâlimatı vermiştir:
“İçinizden kimin kardeşine yardımcı olmaya gücü yetiyorsa, hemen onu faydalandırsınlar.”[7]
Bu tavsiye, rahatsızlık nerede ise oraya yardıma koşmayı, kardeşin hizmetine tahsis edilecek imkânı küçük ya da önemsiz görmemeyi, imânın etkinliğini ispat edip arttıracak çalışmalara mutlaka katılmayı öngörmektedir. İşgale, sömürüye ve kültür emperyalizmine muhatap olmuş, yani, kafasından zehirlenmiş Müslümanlara yardıma koşmak imânî bir görevdir.
Müslümanın felaketine sebep olmak, seyirci kalmak, onu yalnız bırakmak, Müslümanca bir davranış değildir. "İmân"a rağmen, "imân"a sınır çizmek demektir. İmândan başka her şeye hizmet etmektir. Sonu ise, tam anlamıyla haybettir, hasrettir. Günümüz gerçekleri bu acı sona canlı birer şahittir.
Dert bizimdir. Deva da kendimize gelmek, imânın engin çerçevesinde birleşmek, duygularımızı imânın komutasına vermektir. Çünkü imân, başlı başına izzettir, devlettir, güçtür, kuvvettir, dünya ve âhirette şereftir, tek geçerli değerdir. Kemâl ve necat da bu izzete sahip çıkmaya bağlıdır. Şu hadîs-i şerîf bunun çağrısıdır:
“Duyguları benim getirdiklerime uymadıkça hiç biriniz (olgun) mü'min olamaz.”[8]
Dipnotlar:
[1] Müslim, İman 93; Tirmizi, Et'ime 45; Kıyâme 56; İbn Mâce, Mukaddime 9; Edeb 11
[2] Buhârî, Edeb 27; Müslim, Birr 66; Ahmed b. Hanbel, Müsned, IV, 270
[3] Buhârî, Mezalim 3, İkrah 7; Müslim, Birr 58; Ebû Davud, Edeb 38; Tirmizi, Hudud 3; Ahmed b. Hanbel, Müsned, II, 9; IV, 104
[4] Müslim, Birr 32; Tirmizi, Birr 18
[5] Buhârî, Mezalim 3, İkrah 7; Müslim, Birr 58; Ebû Davud, Edeb 38: Tirmizi, Hudud 3; Ahmed b. Hanbel, Müsned, II, 9; IV, 104
[6] Yorumu için bk. Hadislerle Gerçekler, “Ümidini Yitiren Şeytan” başlıklı yazı.
[7] Müslim, Selâm 61, 62, 63
[8] Tebrizî, Mişkâtu'l-Mesâbih, 1, 59