Adalet, zulmün ve haksızlığın zıddıdır. Cevheri aynı kökten olan ve aynı anlamı taşıyan "adl" kelimesini, zulmün zıddı diye açıklar. Cürcânî adaletin kelime manasını dürüstlük olarak verdikten sonra fıkıh terimi olarak manasını "dinen sakıncalı olan şeylerden kaçınmak suretiyle hak yol üzere dürüst olmak” şeklinde belirtir. Cürcânî "adaletli" anlamındaki "adl" kelimesinin fıkıh terimi olarak ne anlama geldiğini açıklarken "büyük günahlardan kaçınan, küçük günahlarda ısrar etmeyen, doğruları daha fazla olan ve düşük işlerden uzak duran kimse" der.
Adalet, öncelikle bir ahlak terimidir ve bu manada da onu tek kelime ile açıklayacak olursak "dürüstlük" diyebiliriz. Allah Kur'ân-ı Kerîm’de birçok defa adalet vurgusu yapar. Cuma günleri hutbeden sonra okunması adet haline gelmiş olan Nahl suresinin 90. ayeti bunlardan biridir. Bu ayette Allah; adaleti, iyiliği ve akrabaya vermeyi emrettiğini çok açık ve net olarak zikreder. Kur'ân adalet üzerinde o kadar titiz durur ki düşmanlara karşı bile adaletten ayrılınmamasını ister. Nitekim Yüce Allah Mâide suresinin 8. ayetinde “Bir kavme olan kininiz sizi adaletsizliğe sevk etmesin. Adaletli olun. O, takvaya daha yakındır” buyurur. Maide suresinin 2. ayetinde de aynı konu vurgulanır: "Bir kavme, Mescid-i Haram'a girmenizi engellediklerinden dolayı kininiz, sizi mütecâviz davranmaya sevk etmesin.”
Kur'ân'da adalet anlamında kullanılan başka bir kelime de "kıst" kelimesidir. Bu kelimenin "if'âl" babından türevi olan kelimesi de "adaletli davrandı" demektir. Allah bu elimeler ve türevleriyle de adaletin zorunluluğuna dikkat çeker ve Müslümanların adil olmasını ister. Bunlar arasından Nisa suresinin 135. ayeti şöyledir: "Ey iman edenler! Kendinizin, anne-babanızın ve akrabalarınızın aleyhine bile olsa Allah için şahitlik yapanlar, adaleti ayakta tutanlar olunuz." Maide suresinin yukarıda sözünü ettiğimiz 8. ayetinin ilk cümlesi de yaklaşık ifadelerle adalet vurgusu yapar.
Peygamber Efendimiz bir hadis-i şerifinde adaletli olanların Allah katında nurdan minberler üzerinde olacaklarını haber verir ve onları “hükümlerinde, aileleri ve idareleri altında bulunanlar hakkında adaletli olanlar" şeklinde tekrar detaylandırır.[1] Hem bu hadisten hem de Kur'ân'dan ve diğer hadis metinlerinden anlıyoruz ki İslam'ın istediği adalet, sadece yargı görevi yapan hakimlerin adaleti ile sınırlı değildir. İnsan, hayatının her safhasında adil olmalıdır. Hangi seviyede olursa olsun yetkisini kullanırken de adaletten ayrılmamalıdır. Özellikle adaletli yöneticiler övülmüştür. Adaletli yönetici, kıyamet gününün çok sıkıntılı ve bunaltıcı sıcakların olduğu devresinde Allah'ın gölgesinden istifade edecekler arasında sayılmıştır.[2] Adaletin yönetim için ne kadar önemli olduğu öteden beri vurgulanmış, kültürümüzde yer almış, Hz. Ömer (ra)'e nispet edilen "Adalet mülkün temelidir" özdeyişi bazı nahiv kitaplarımızda bile yer almıştır. Buradaki mülk, yönetim, devlet idaresi demektir. Nitekim bu kökten türeyen "melik" kelimesi, "mutlak otorite sahibi" anlamında Allah'ın güzel isimlerindendir ve aynı zamanda de "kral" anlamında kullanılır. Devletin, uzun ömürlü olması için adaletin ne kadar önemli olduğu vurgusu da "kafir devlet adaletli olursa uzun süre yaşar ama zalim devlet Müslüman da olsa uzun süre yaşamaz" şeklinde yine kültürümüzde yer etmiştir. Burada zalim Müslüman devletten maksat, idarecileri zalim Müslümanlardan oluşan devlettir.
Devlet yönetiminde görev alanların adalet konusunda çok hassas olmaları gerekir. Bu hassasiyet zorunluluğu yürütme faaliyetleri gibi yasama ve yargı faaliyetlerini de kapsar. Çünkü kamu adına yüklenilen bütün faaliyetler bazen açıkça belirtilmese de hep adalet şartı ile verilmiş ve alınmış mesuliyetlerdir. Mecelle'nin 58. maddesi "Raiyye yani tebea üzerine tasarruf maslahata menûttur" şeklindedir. Bu kaide birçok Arapça fıkıh ve kavâid kitabında “imamın halkla ilgili tasarrufu maslahata uygun olma şartına bağlanmıştır” şeklinde yer almıştır. Burada imamdan maksat bütün Müslümanları temsil eden en üst yöneticidir. İslam hukuk sistematiğinde bütün devlet yetkilileri yetki ve görevi ondan aldıkları ve bir nevi onun adına hareket ettikleri için kaide aslında bütün devlet yetkililerini kapsayan genişliktedir ve bu çerçevede anlamı şudur: Devlet yetkililerinin halk ile ilgili olarak verecekleri her karar, yapacakları her uygulama maslahata yani Müslümanların ve halkın genel menfaatine uygun olmalıdır. Bunun açıklamasında devlet yetkililerinin halk üzerindeki konumu ve yetkisi yetimin velisinin, yetim üzerindeki yetkisine benzetilmiştir. İnsan kendisi ve malı üzerinde yetki kullanırken helal dairesinde kalmak şartıyla serbest hareket etme hakkına sahiptir. Ama yetimin malı üzerinde velisi herhangi bir tasarrufta bulunacaksa bu derece serbest hareket etme hakkına sahip değildir. O, yetimin menfaatine en uygun seçeneği uygulamak zorundadır. Kendisine tanınan velilik yetkisini kullanırken buna dikkat etmelidir. Devlet veya halk adına yetki ve inisiyatif kullananlar da böyledir. Halkın menfaatine olmayan hiçbir yetkiyi kullanamazlar ve halkın menfaatine olan birkaç seçenek varsa bunlardan da en iyisini tercih etmek durumundadırlar. Bunu imam Şâfiî’nin “imamın halk üzerindeki konumu, velinin yetim üzerindeki konumu ile aynıdır” şeklinde dile getirdiği belirtilir. Buna göre yasama organı yasama faaliyetini icra ederken halkın maslahatına/menfaatine en uygun düzenlemeyi yapma durumundadır. Buradaki "yasa”yı da geniş anlamda kullanıyoruz ve genelge dâhil her türlü mevzuat düzenlemesini bu çerçevede görüyoruz. Yürütme organı da kendine tanınan yetkileri kullanırken aynı titizliği göstermeli ve adaletten ayrılmama bir yana adalete uygun birden fazla seçenek söz konusu ise onların en uygununu ve en iyisini uygulamalıdır. Aynı durum yargı işlevi gören hukuk adamları için de geçerlidir. Onlar da kendilerine tanınan çerçeve içinde en uygun kararları vermelidir. Allah Nisa suresinin 58. ayetinde "Allah size emanetleri ehline vermenizi ve insanlar arasında hüküm verirken adaletle hüküm vermenizi emrediyor” buyurur. Buradaki "hüküm verme" veya "hükmetme" işini de sadece mahkemelerde verilen hükümle sınırlı tutmak yanlış olur. Yürütmenin kararları da bir hükümdür. Nitekim "hakim" kelimesi yönetici anlamında da kullanılmıştır. Sözlükte hüküm sahibi demek olan "hükümdar" kelimesi de geniş yetkileri olan en üst yönetici anlamında kullanılır.
Adaletli olma zorunluluğu sadece devlet veya kamu adına kullanılan yetkilerle sınırlı değildir. Aile içi adalet, özellikle çocuklar arasında ayrım yapmamak Peygamber Efendimiz'in özenle üzerinde durduğu bir konudur. O, "Çocuklarınız arasında âdil olunuz” buyurur. Karısı Amre'nin talebi üzerine oğlu Numan'a bir şeyler hibe eden Beşir b. Sa'd, yine karısının isteği ile Hz. Peygamber (s.a.s.re gider ve onun bu işte şahit olmasını ister. Önce Beşir'e bütün çocuklarına böyle hibede bulu- nup bulunmadığını soran ve "hayır" cevabını alan Peygamber Efendimiz bu haksız olaya şahit olmayı reddeder. Bazı rivayetlerde ayrıca "Beni zulme şahit tutma" veya "Ben zulme şahitlik etmem" buyurduğu da yer alır.[3]
Adalet kelimesinin fıkıh ve hadis terimi olarak kullanılışı da anlatılan bu manalara uzak değildir. Kelimenin belirgin vasfı, haksızlık yapmamak, güvenilir olmaktır. Fakat burada sadece insanlara karşı değil, Allah'a karşı haksızlık da adaleti zedeleyici kabul edilmiştir. Fıkıhta adalet konusu bilhassa devlet başkanı/halife/imam, hakim/kadı, şahit konularında genişçe ele alınır. Bu üçünün de adaletli olması istenir. Kendisine birçok hukuki yetki tanınan veli de adaletli olmalıdır. Adalet vasfını kaybeden velinin yetkileri tartışmalıdır. Böyle bir veli kan bağı ile öncelikle velilik hakkına sahip olsa bile bu hakka bağlı yetkileri kullanamaz ve velilik hakkı, normal sıra itibariyle ondan sonrakine ait olur.
Fıkıhta adalet kelimesi çoğu kere fısk kelimesinin karşıtı olarak kullanılır. Nitekim Mergînânî, şahitliği kabul edilip edilmeyeceklerden bahsederken "Hasenatı seyyiatından çok olan, büyük günahlardan kaçınan kimselerin şahitlikleri kabul edilir" der ve konu ile ilgili en doğru değerlendirmenin bu olduğunu söyler. İbn Hümâm, Ebû Yusuf'tan nakledilen adalet tanımının daha kapsamlı olduğunu belirtir. Buna göre Ebû Yusuf bir şahsın adalet sahibi sayılmasının ölçüsünü şöyle belirtmiştir: "Büyük günah işlemez, küçük günahta ısrar etmez, kusurları örtmesi açığa vermesinden, doğrusu yanlışından daha fazla olur, şahsiyeti (mürûet) zahirdir, hem dindarlığından hem de şahsiyetinden dolayı doğruyu konuşur, yalandan kaçınır."[4] Burada dindarlık yanında şahsiyete de vurgu yapılmış, adaletin; dindarlık yanında şahsiyetine düşkün, insanların bu konudaki değerlendirmesini önemseyen kimselere ait bir özellik olacağı belirtilmiştir. Fıkıh kitaplarında aslında mübah gibi görünen bazı fiilleri işleyenlerin şahitliğinin kabul edilmeyeceğine dair ibarelerin altında bu gerekçe ve bakış açısı vardır. Bu gibi fiiller, sahibini mutlak manada fasık veya adaletsiz yapmaz. Fakat toplumun değer yargılarını önemsemeyen bu insanların yalan da söyleyebileceği düşüncesiyle onların şahitliğine şüphe ile bakılmıştır. Bu değer yargılarının zaman ve zemine göre değişebileceği akıldan uzak tutulmamalıdır.
Hadisçiler, ravinin adalet sahibi olması üzerinde titizlikle dururlar. Onlara göre bir ravi şu beş vasfı taşırsa adalet sahibi sayılır: Müslüman, akıllı, baliğ (ergin/reşit), takva sahibi, şahsiyetli (mürüvvet/mürûet sahibi). Buradaki son iki şart, fıkıhçıların adalet anlayışıyla örtüşmektedir. Çünkü buradaki takva sahibinden maksat, büyük günahlardan kaçınmak ve küçük günahlarda ısrar etmemek olarak açıklanmıştır. Şahsiyet sahibi olmak da insanın kişiliğini zedeleyen, ona halel getiren iş ve davranışlardan uzak olmak anlamındadır. Fıkıhçılar bu iki hususu adalet kavramı içinde değerlendirirler. Müslüman, akıllı ve baliğ olmak bazı yetki ve görevler için onlara göre de şarttır ama bu, adalet kavramı içinde değerlendirilmez .
[1] Müslim, İmâra, 18.
[2] Buhârî, Cemâat, 8; Zekât, 15; Muhâribîn, 4.
[3] Buhârî, Hibe, 11, 12; Şehâdât, 9; Müslim, Hibât, 9-19.
[4] Fethu'l-kadir, Kahire 1319, VI, 490. Ayrıca bk. Zeylaî, Tebyînü'l-hakâik, Kahire 1314, IV, 225-226.